Son Yazılar
Anasayfa / Edebiyat / Şeb-i Arûs

Şeb-i Arûs

Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, 672 (m. 1273) senesinde hastalandı. Hasta iken başkalarına olan borçlarını gönderdi. Onlardan ba’zıları, biz helâl etmiştik, dedilerse de, tekrar gönderip almalarını sağladı ve “Elhamdülillah bu tehlikeden kurtulduk” diyerek, kul hakkına çok dikkat etmek lâzım geldiğini işâret etti.

Ziyâretine, hocası Sadreddîn Konevî ve şehrin ileri gelen âlimleri geldiler. Ziyâret esnasında Mevlânâ’ya; “Allahü teâlâ âcil şifâlar versin. İnşâallah en kısa zamanda sıhhat bulursunuz? Zîrâ siz,âlemin rûhusunuz, âlem sizinle hayat bulur” dediler. Mevlânâ onlara; “Bundan sonra cenâb-ı Hak, size şifâlar, sıhhat ve afiyetler ihsân eylesin. Artık bizim işimiz bitmiştir. Rabbimle aramızda, kıldan yapılmış bir gömlek kaldı. Kısa zamanda o gömleği de çıkarıp nûru nûra ulaştırırlar. Artık bana duâ ediniz” buyurdu.

Vefâtı yaklaştığı günlerde, dostlarını ve talebelerini toplayarak, onlara nasihat etti. Buyurdu ki: “Vefâtımdan sonra, perişan ve huzûrsuz oluruz” diye hatırınıza gelmesin. Ne hâlde olursanız olunuz, benimle olun. Beni hatırlayın, Allahü teâlânın izniyle size kendimi gösterir, maddî ve ma’nevî yardımlarda bulunurum. Karada ve denizde, Allahü teâlânın izniyle imdâdınıza yetişirim. Sözlerimi iyi dinleyiniz, size ba’zı tavsiyelerde bulunacağım. Bunları işitenler, işitmeyenlere söylesinler. Gizli ve aşikâr Allahü teâlâdan korkunuz. Günahlardan sakınınız. Az yiyip, az uyuyup, az konuşunuz. Çok oruç tutunuz. Zamanlarınızı namaz kılarak değerlendirin. Dâima şehveti terkedip, sefihlerle, câhillerle mücâdele etmeyi, onlarla oturup kalkmayı bırakınız. Onları kendinize muhatap etmeyip, hep iyi insanlarla beraber olunuz. Yâ hayır konuşunuz veya susunuz. Mahlûkâtın sıkıntılarına sabrediniz. Biliniz ki, insanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır.

Kabrimin üzerine yapacağınız türbenin kubbesi yüksek olsun. Çok uzaklardan görünsün. Çünkü, türbemi görenler doğru bir i’tikâd ile beni, Allahü teâlâya vesile ederek duâ ederler. Beni vesile ederek Allahü teâlâdan rahmet ve mağfiret isterlerse, duâlarının kabûl olması için, ben de Rabbimize yalvarırım. Böylece duâlarının neticesi, Allahü teâlânın izniyle hâsıl olur. Rahmet ve mağfirete mazhar olurlar” buyurdu.

Mevlânâ’nın vefâtı yaklaştığı günlerde, medresede bulunan bir kedi feryâd etmeye başladı. Bunu hasta yatağında işiten Mevlânâ; “Bu kedicik niçin feryâd ediyor, biliyor musunuz?” Orada bulunan dostları; “Siz bilirsiniz efendim” dediler. Bunun üzerine Mevlânâ buyurdu ki; “Bu günlerde siz, hakîkî âleme, asıl vatana göç edeceksiniz. Biz çaresizleri yetim bırakacaksınız… Bizim hâlimiz ne olacak? diyor.”

Vefâtından önce yakını, dostları, talebeleri; “Efendim! Zât-ı âlînizden sonra kime tâbi olalım. Yerinize kimi bırakacaksınız?” diye sordular. Mevlânâ da; “Hüsâmeddîn Çelebi’ye tâbi olunuz. Onu yerime vekîl bırakıyorum buyurdu. Oradakiler bu suâli üç defa sordular. Üçünde de aynı cevâbı aldılar. “Cenâze namazınızı kim kıldırsın?” diye sordular. Ona da; “Hocam Sadreddîn Konevî kıldırsın” buyurdu.

O günlerde deprem oldu. Herkes telâşa düştü. Mevlânâ ise onlara; “Korkmayınız. Yerin karnı acıktı. Yağlı bir lokma istiyor” buyurdu.

Hüsâmeddîn Çelebi anlatır: “Mevlânâ hazretlerinin son günü idi. Fevkalâde yiğit bir delikanlının, hocam Mevlânâ’nın bulunduğu yerde belirdiğini gördüm. Mevlânâ, kalkıp bu delikanlıya istikbâl eyliyerek, bana; “Döşeği kaldırın” buyurdu. Ben hayret ettim. Çünkü hocam hasta idi. O delikanlının yanına varıp; “Siz kimsiniz ki, hocam hasta yatağından kalkarak size istikbâl eyledi?” diye sordum. O da; “Ben Azrail’im. Rabbimizin emrini yerine getirmek, Mevlânâ’yı öbür âleme da’vet etmek için geldim” dedi. Mevlânâ da; “Rabbimiz. beni kendi hazretine da’vet ediyor. Artık gitmek zamanı gelmiştir. Yâ Azrâil! Çabuk ol! Beni Rabbime çabuk kavuştur!” deyip, Kelime-i şehâdet getirdi. Cemâzil-âhır’in beşine rastlıyan Pazar günü ikindi vaktinde fânî hayâta gözlerini yumdu.”

Mevlânâ vefât edince, İmâm İhtiyârüddîn gasl eyledi. Gasl ânında gördüklerini şöyle anlatır: “Mevlânâ’nın mübârek cesedini yıkamağa başladım. Üzerime öyle bir ayrılık acısı çöktü ki, ağlamaktan kendimi alamadım. Yıkamak şöyle dursun, zerre kadar hareket etmeye kadir olamadım. Yüzümü yüzüne dayayıp ağladım. Yardımcılarım hiç ses çıkarmıyor, bana mâni olmuyorlardı. Bir ara dayanamadım, vücûduna sarılarak ağlamak istedim. O anda Mevlânâ’nın eli bileğimi sıkıca tuttu. Korkumdan aklım başımdan gitti. Bayılmışım. Kulağıma uğultu hâlinde, sahibini göremediğim sesler geliyordu. Diyordu ki: “Nûr, nûra karıştı. Âşık, Ma’şûka kavuştu. Bunda endişe edecek birşey yoktur. Çünkü, Allahü teâlânın velî kulları için, hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmazlar. Mü’minler ölmezler, belki fânî âlemden, sonsuz âleme nakil olunurlar.” Bu sözler beni kendime getirdi.”

Mevlânâ’nın vefâtında, uzaktan ve yakından o kadar çok insan geldi ki, köylerden, yakın şehirlerden, kadın-erkek, büyük-küçük, müslim, gayr-i müslim, yahûdiler ve hıristiyanlar, muhtelif mezheblere mensûp bütün halk mahşeri bir kalabalık hâlinde Konya’ya toplandılar. Cenâze için, herkes kendi dîninin icâblarını yapmak üzere hazır oldular. Herkes kendi inancında cenâzeye nasıl hizmet etmek lâzımsa onu yapmaya çalışıyorlardı. Mevlânâ’nın kitaplarını, güzel sesli kimselere yüksek sesle okutup ağlaşıyorlardı. Başlarına toprak saçıp, göğüslerini yumrukluyorlar, elbiselerini yırtarak cenâzenin etrâfında dolanıyorlardı. Bunların bu hâlleri müslümanları çok rahatsız ettiğinden, müslümanlar onları men etmeye, oradan göndermeye uğraşıyorlardı. Fakat buna bir türlü engel olamıyorlardı. Nihâyet Mu’înüddîn Pervane onların ileri gelen kimselerine, “Mevlânâ; müslüman, ilim ve irfan sahibi bir kimse idi. Sizin, böyle bir kimseye hizmet etmek için yaptığınız bu uygunsuz hareketlerin sebebi nedir? Lüzumsuz yere halkı izdihama sokmanızın hikmeti nedir? Böyle bir kimseyle sizin uzaktan ve yakından ne münâsebetiniz vardır?” dedi. Onlar da; “O, bizim Peygamberlerimizin güzel huylarını, üstün sıfatlarını üzerinde taşıyan büyük bir güneş idi. Bütün âlem onun ışığı ile aydınlanıyordu. O, her düşküne, her çaresize yardımcı oluyordu. Hâl böyle olunca, hangi kimse o güneşi istemez?” dediler. Sözü bir başka papaz alarak; “Mevlânâ dünyâda bir ekmek gibi idi. Ekmekten vazgeçen, onu sevmiyen kimse görülmüş müdür? İşte bunun gibi biz de Mevlânâ’dan vazgeçemeyiz. Biz, onun hasret acısına sabredemeyiz” dedi. Onların bu cevapları karşısında herkesi kendi hâline bıraktılar. Mevlânâ hazretlerinin tabutunu götürmek için bütün halk hücum ediyordu. Bu sebeble çiğnenenlerin ayak altında kalanların haddi hesabı yoktu. Mahşerî bir kalabalık tabutu elden ele almaya çalışıyorlardı. Bu izdihamdan tabut parçalandı, yerine yenisini getirdiler. Yine parçalandı, yenisini getirdiler. Bu şekilde altı defa tabut değiştirdiler. Nihâyet musalla taşına kondu.

Şerâfeddîn-i Kayserî anlatır: “Sadreddîn-i Konevî hazretleri, talebesi Mevlânâ’nın cenâze namazını kıldırmak için ilerlediği zaman, ona birden bire bir hıçkırık gelip kendinden geçti. Bir müddet sonra kendine gelip namazı kıldırdı. Mevlânâ’nın vefâtına çok üzülmüştü. Talebelerinin ileri gelenlerinden ba’zıları; “Efendim! Namaz kıldıracağınız zaman, üzerinizde hiç görmediğimiz bir hâl vardı. Acaba hikmeti nedir?” dediler. Bunun üzerine; “Namaz kıldırmak için ilerlediğim vakit, meydanda meleklerin saf saf dizilip, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) arkasında cenâze namazını kılmakta olduklarını gördüm. Gökteki meleklerin hepsi mavi elbiseler giyinmiş ağlıyorlardı” buyurdu.

Mevlânâ’nın talebelerinden Fahreddîn anlatır: “Ben, hocam Mevlânâ’nın emri ve ta’rîfi üzere ismine, “Hakîkatler Merdiveni” verdiğim kitabı yazıp, kendisine takdim ettim. Bunun üzerine bana, kendi üzerine giymiş olduğu hırkayı hediye etti. Benim gönlüme; “Bu kitabı yazmak için gece-gündüz uğraşayım da, bana sâdece hırka versin. Bu az değil mi?” gibi düşünceler geldi. Benim bu düşüncemi Allahü teâlânın izniyle anlayıp bana; “Hayır! Hayır! Yanlış düşünüyorsun” diyerek bana şöyle bir hikâye anlattı: “Bir zamanlar Bağdadlı bir kimse, geçimini sağlamak için eline bir sepet alıp, kapı kapı dolaşır bir şeyler isterdi. Dolaşa dolaşa birgün bir saraya uğradı. Saraydan bir el uzanıp sepetine, kâğıda sarılmış birşey koyuverdi. O kimse sepetine baktığında, kâğıdın içindekinin bir yiyecek olduğunu anlayıp; “Doğrusu hayret edilecek birşey, koskoca saraydan ufacık birşey versinler. Bu pâdişâhın şânına yakışır mı?” diye söylenmeye başladı. Kâğıdı açtı, içinde pişirilmiş bir tavuk vardı. Bir lokma almak için koparınca, tavuğun karnına altın doldurulmuş olduğunu gördü. Önce düşündüğüne bu defa pişman oldu.”

Mevlânâ hazretlerinden bu hikâyeyi dinleyince çok utandım. Kötü düşündüğüme pişman oldum. Kendisinden çok özür diledim. Bir daha böyle birşey düşünmeyeceğime kendi kendime söz verdim. Aradan uzun yıllar geçti. Mevlânâ vefât etti. Ondan sonraki yıllarda Konya’da büyük bir kıtlık oldu. Yağmurlar yağmadı, insanlar ve hayvanlar yiyecek birşey bulamadı. Mahlûkât perişan oldu. Birgün Konyalılar yağmur duâsına çıkmak için, benden, Mevlânâ hazretlerinin hediye ettiği hırkayı istediler. Ben de verdim. Duâ edilecek mahalle vardıklarında, duâyı edecek olan hoca, hırkayı giydi. Mevlânâ’yı vesile ederek Allahü teâlâya yalvarmaya başladığı an, bereketli bir yağmur yağmaya başladı. Günlerce devam etti. Kuraklık kalktı. Konyalılar bana hesapsız mal verdiler. Hırkanın bereketiyle çok zengin oldum.”

Mevlânâ’yı sevenlerden Fahreddîn isminde biri vefât etmiş idi. Onu rü’yâda gördüler. Hâli iyi idi. “Bu mertebeye nasıl kavuştun?” diye sorduklarında, “Mevlânâ’nın türbesi yapılırken bir direk lâzım olmuş. Bana gelip durumu bildirdiler. Ben de cân-ı gönülden direği verdim, İşte bunun sebebiyle Allahü teâlâ beni mağfiret eyledi” diye cevap verdi.

Muhammed Hadim şöyle anlatır: “Mevlânâ’nın yanında kırk yıl hizmet ettim. Husûsî odasında ne yatak, ne de yastık görmedim. Bir gece bile, yatıp uyumak ve istirahat etmek için yanını yere koyup yattığını da bilmiyorum. Mevlânâ ezan sesini duyduğu zaman, ya dizleri üzerine oturur veya ayağa kalkarak, ezan bitinceye kadar o vaziyetini hiç bozmazdı. Bütün ömründe hiç ayağını uzatmamış ve yatmamıştır.”

Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, olgun, âlim ve velî bir müslüman idi. Onun çeşitli din, mezheb, meşreb sahibi kimseleri kendisine hayran bırakan merhameti, insan sevgisi, tevâzuu, gönül okşayıcılığı gibi üstün vasıfları, İslâm dîninin emrettiği güzel ahlâkından ba’zı nümûnelerdir. Onda, bunlardan başka İslâm ahlâkının diğer husûsları da kemâl derecede mevcûttu. Bunların hepsini saymak, İslâmiyeti tamam olarak anlamak ve anlatmakla mümkün olur. Hazreti Mevlânâ’yı, yalnız bir mütefekkir, şâir gibi düşünmek ve öylece anlamaya çalışmak, aslı bırakıp, herhangi bir özelliği içinde sıkışıp kalmaya benzer. Bu ise, en azından Mevlânâ’yı çok eksik ve yarım anlamaya, hattâ hiç anlamamaya sebep olabilir. Nitekim Hazreti Mevlânâ’yı, sözlerini, yolunu anlamanın anahtarını kendisi bir rubaisinde şöyle dile getirmektedir.

“Ben sağ olduğum müddetçe Kur’ân’ın kölesiyim.
Ben Muhammed muhtârın ( aleyhisselâm ) yolunun tozuyum.
Benim sözümden bundan başkasını kim naklederse,
Ben ondan da bîzârım, o sözlerden de bîzârım.”
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, tasavvuf deryasına dalmış bir Hak âşığıdır, İlmi, teşbihleri, sözleri ve nasihatleri bu deryadan saçılan hikmet damlalarıdır. O, bir tarikat kurucusu değildir. Yeni usûller ve ibâdet şekilleri ihdas etmemiştir. Ney, rebap, tambur gibi çeşitli çalgı âletleri çalınarak yapılan törenler ve âyinler, ilk defa onbeşinci asırda ortaya çıkmıştır, ilk mevlevî bestelerinin bestelenmesi de aynı zamana rastlar. Bu târih, Mevlânâ hazretlerinin yaşadığı devirden 3-4 asır sonradır. Onun Mesnevî’sinde geçen “Ney” kelimesi, ba’zı edebiyatçılar tarafından çalgı âleti olan ney şeklinde düşünüldüğü için, yanlış olarak, kendisinin ney çaldığı veya dinlediği sanılmıştır.

Allahü teâlânın aşkı ile dolmuş, evliyânın büyüklerinden olan, Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sirruh), ney ve başka hiçbir çalgı çalmadı. Mûsikî dinlemedi ve raks etmedi. Ya’nî dans etmedi. Kırkyedibinden ziyâde beyti ile dünyâya nûr saçan “Mesnevî”sine her memlekette, birçok dillerde şerhler, açıklamalar yapılmıştır. Bunlardan pek kıymetlisi ve lezzetlisi, Mevlânâ Câmî’nin kitabı olup, bunu da, birçok kimse, ayrıca şerh etmiştir. Bunların içinde de, Süleymân Neş’et efendinin şerhinden ellialtı sahifesi, yalnız dört beytin şerhi olup, sultan Abdülmecîd Hân zamanında, 1263 (m. 1847)’de Matba’a-i Âmire’de tab edilmiştir. Bu kitapta, Mevlânâ Câmî (kuddise sirruh) buyuruyor ki: “Mesnevî’nin birinci beytinde [Dinle neyden, nasıl anlatıyor, ayrılıklardan şikâyet ediyor] ney, İslâm dîninde yetişen kâmil, yüksek insan demektir. Bunlar kendilerini ve herşeyi unutmuştur. Zihinleri her an, Allahü teâlânın rızâsını aramaktadır. Ney, Fârisî dilinde, yok demektir. Bunlar da, kendi varlıklarından yok olmuştur. Ney denilen çalgı, içi boş bir çubuk olup, bundan çıkan her ses, onu çalan kimseden hâsıl olmaktadır. O büyükler de, kendi varlıklarından boşalıp, kendilerinden, Allahü teâlânın ahlâkı, sıfatları ve kemâlâtı zâhir olmaktadır. Neyin üçüncü ma’nâsı, kamış kalem demektir ki, bundan da, insan-ı kâmil kasd edilmektedir. Kalemin hareketi ve yazması kendinden olmadığı gibi, kâmil insanın hareketleri ve sözleri de, hep Allahü teâlânın ilhamı iledir.” İkinci Sultân Abdülhamîd Hân zamanında Ankara vâlisi olan Abidin Paşa, Mesnevî şerhinde, ney’in insan-ı kâmil olduğunu, dokuz türlü isbât etmektedir. Mevlevîlik, sonraları câhillerin eline düşdüğünden, ney’i çalgı sanarak, ney, dümbelek gibi şeyler çalmağa, dans etmeğe başlamışlar, ibâdete haram karıştırmışlardır. Dînimizin ve Celâleddîn-i Rûmî’nin (kuddise sirruh) beğenmediği bu oyun âletleri, tekkelerden toplanarak, o tasavvuf üstadının türbesine konunca, şimdi türbeyi ziyâret edenlerden bir kısmı, bunları, onun kullandığını zan ederek aldanmakda ise de, (Mesnevî şerhlerini) okuyarak, o hakîkat güneşini yakından tanıyanlar, elbette aldanmamaktadır.

Ney çalmak, ilâhi okumak, oynamak, zıplamak şöyle dursun, Celâleddîn-i Rûmî (kuddise sirruh) yüksek sesle zikr bile yapmazdı. Nitekim “Mesnevî”sinde; Pes zi cân kün, vasl-ı cânânrâ taleb, Bî leb-ü bî gam mîgû, nâm-ı Rab! buyuruyor. Ya’nî, “O hâlde, sevgiliye kavuşmağı, cân-u gönülden iste. Dudağını ve damağını oynatmadan, Rabbin ismini (kalbinden) söyle!” demekdir. Sonradan gelen Mevlânâ’yı tanımıyanlar, ney, saz, def gibi çalgılar çalarak, gazel okuyup dönerek, dans ederek, nefslerini zevklendirmişlerdir. Bu dînimize uygun olmayan hâllerine ibâdet adını verebilmek ve kendilerini din adamı tanıtabilmek için, Mevlânâ da böyle yapardı. Biz mevleviyiz, onun yolundan gidiyoruz diyerek, asıldan uzaklaşmışlardır.

O büyük âlimin hikmet dolu sözlerinden ba’zıları şunlardır:

“Sünnet-i seniyyeye harfiyen uymak lâzımdır.”

“Helâl kazanıp helâldan yemeli, giyinmeli, çalışmalıdır. Her hareketi Resûlullaha ( aleyhisselâm ) uydurmalıdır.”

“Dargınlar barışmalıdır. Önce davranan önce Cennete girer.”

“Tenhâda yalnız kalınca da günahtan sakınmalıdır.”

“Nefsi mağlup etmek için, onu rahatsız etmelidir, istediği şeyi vermemelidir. En te’sîrlisi, gündüzleri oruç tutmak, geceleri az uyuyup namaz kılmaktır.”

“Az konuşmalıdır. Altı yerde dünyâ kelâmı ile meşgûl olmak uygun değildir. Bu konuşma yerleri: Mescidler, ilim meclisleri, ölü yanı, kabristanlar, ezân okunurken ve Kur’ân-ı kerîm okunurkendir.”

“Gurûrlu olmayınız, nefsinizle mücâdele, riyâzet ediniz, Peygamberimiz hep riyâzet çekmiş, zenginlik istememiş, arpa ekmeğini bile doyuncaya kadar yememiştir.”

“Hakîkî bir âlime, rehbere teslim olmalıdır.”

Büyük âlim Abdullah-i Dehlevî hazretleri; “Üç kitabın eşi yoktur. Bunlar; Kur’ân-ı kerîm, Buhârî-i şerîf ve Mesnevî’dir” buyurdu. Ya’nî evliyâlık yolunun kemâlâtını bildiren kitapların en üstünü Mesnevî’dir. Fakat evliyâlık ve nübüvvet kemâlâtını bildiren kitapların en üstünü.

Kaynak : İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin Mektûbât kitabıdır.

fdadeniz07@gmail.com
facebook.com/deniz.atceken.9
fdadeniz (Twitter)
instagram.com/fdadeniz/

Hakkında - Deniz Atçeken

Hayata dair her ne varsa onları yaşama gayesinde; adam olabilme mücadelesi içinde...

Check Also

Mutlu Olmanın Yolları

MUTLULUĞUN FORMÜLÜ YİRMİ İKİ AYET  1-Kibirli olma, alçakgönüllü davran.( İsra 37) 2-Kendini fazla abartma. (Müddesir …

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.