Son Yazılar
Anasayfa / Tarih / Temaşa-i Ramazan

Temaşa-i Ramazan

Merhaba,

Ramazan ayını layığı ile geçirmeye çalıştığımız mübarek günlerde, gündeme dair tarih notları, az önce tık’ladığınız blog sayfasında ilk kez okuyucu beğenisine sunuluyor. Ekipteki yazar arkadaşlarımın tahmin ediyorum en yaşlısı olarak, ‘Nerede o eski Ramazanlar’ yazısını kaleme almak, aynı zamanda mesleki açıdan da bana kalmış durumda.

Ramazan sözcüğü, genel anlamda kabul gören şekliyle Arapça’da ‘Ramad’ kökünden türemiştir. Güneşin sıcağının yerde taşlara vurması nasıl ayaklarımızı yakar ve buna katlanmak da bir sabır gerektirirse, orucun zahmetine katlanmak da bu sabrı gerektirir. Ayakların yandığı gibi de Ramazan Ayı inananların günahlarını yakar, yok eder . İşte Ramazan sözcüğü kelime anlamı açısından bize bunu söylemektedir.

İnsanlar için böyle geniş affın sunulduğu bu ayda eskilerden gelen bir gelenek bize miras kalmıştır: Ramazan’ı kutlamak, idrak etmek.

600 yıl boyunca yaşayan, İslamiyet’in de halifelik bayrağını taşımış, koca çınar Osmanlı’da; Ramazan Ayı hazırlıklarına üç aylar ile başlar.
Geliri ölçüsünde evlerde Ramazan erzakı stok edilir. Zengin aileler bu hazırlığı temin edemeyecek durumdakiler için de yardımda bulunur. Ev temizliği, yemek kap-kacağının kalaylanması, zenginler için yeni gümüş kaşık takımları satın alınması, yiyecek çeşitliliğinde büyük artış Ramzan hazırlığı için yapılır. Ramazan’ı küçük yaşta karşılayacak olanlar da yeni düdüklü kaşıkları ile sevindirilir.

Kahveler yıkanır, boyanır, değişik ince, renkli kağıtlar ve gül motifleri ile süslenir. Gösteri ustaları; hayalciler, meddahlar, karagözcüler en çok Ramazan’da ortaya çıkar. Kahvelere ‘muamma’ denilen maniler yazılır, kapalı bir kağıt içinde duvara asılır; kahve müşterileri ise bu muammayı tahmin etmeye çalışarak (ki imkansızdır) küçük bir eğlenceye ortak olurlar.

Camiler de bu hazırlıktan pay alırlar. Şamdanları, kandilleri, yağ ihtiyaçları, mumları ve zeytinyağları yenilenir veya bakıma alınırdı. Camilerde mukabele okuyacak hafızlar, hatimlerini Kadir Gecesi veya Arife Gecesi’ne yetiştirirlerdi .
Vakıflarda fakirler, yolcular ve ihtiyaç sahiplerinin doyurulması, bakımı ve barınması için hazırlanan yemekler padişahların emri ile Ramazan Ayı’na özel çeşitlendirilirdi.

Ramazan Ayı, ay takvimine göre hilalin görülmesi ile başlar, yine hilalin görülmesi ile sona erer. Cami minarelerinde bu işi haber vermek ile görevli gözcüler bulunur. Hilalin görüldüğünü de kadılar doğrular. Görevli, bir şahit ile birlikte, kadı huzurunda kapıları kapalı bir dairede hilali gördüğünü doğruladıktan sonra, sicillere kayıt yapılır. 1924’ten sonra bu durum, Diyanet İşleri Başkanlığı’nca Kandilli Rasathanesi tarafından takip edilmektedir.

Camilere mahya kurulması ise 16. yy.’da ortaya çıkmıştır. 1614’te Fatih Cami müezzini Kefeli Hattat Hafız Ahmet, yaptığı işli çerçeveyi Sultan I. Ahmet’e sunar. Sultan, yapılan işçiliği çok beğenir ve bunu yeni yaptırdığı Sultan Ahmet Camii’ne asılmasını buyurmuştur. Böylece ilk mahya kurulmuş olur. Tek minareli camilerde mahyalar iç mahya olarak cami içine kurulur, ya da dışarıdan tek cami minaresi ile kubbe arasına asılır. Kandil yakmak ise 16. yy’da II. Selim’in başlattığı bir uygulama olup, oğlu III. Murat tarafından kanunlaştırılmış ve günümüze kadar gelmiştir. Evliya Çelebi IV. Murat Dönemi’nde Süleymaniye Camii’nin 22 bin kandille süslendiği bilgisini verir.

Şaban Ayı’nın son akşamı davulcuların arkasında meşaleler ile gezen her kesimden coşkulu kalabalık davulcunun Ramazan manilerini keyifle dinlerdi.
Orucun açılarak iftarda, zenginler için her yemekten en az iki çeşit bulundurulan muazzam sofralarda özellikle II. Meşrutiyet sonrası fakir kimselere verilmek üzere ‘diş kirası’ bahşişler dağıtılırdı. Diş kirası, bugün Arap Yarımadası’nda zengin kişiler tarafından uygulanmaya devam ediyor.

İftar, en fakir evlerde dahi altı yedi çeşit yemeğin yapılması ile büyük bir şölen yemeği şeklinde yapılırdı. İstanbul’da özellikle zeytinyağlı yemek çeşitleri; enginar ve bamya önemliydi. Bugün Ege yöresine has bildiğimiz zeytinyağlılar, Anadolu’nun iç kesimlerinde dahi rahatlıkla kullanılırdı.

Saray yemekleri ise daha çeşitli, Acemioğlanlarından seçilerek kalitenin ön planda tutulduğu bir düzene sahiptir. Istakoz dahil deniz mahsullerinin Fatih Dönemi’nden itibaren her kesimden sofrada bulunması da ilginç bir bilgidir . İstanbul, Saray için özenle seçilmiş her yemek malzemesinin yemeğe dönüşerek sunulduğu başkenttir. Örneğin Saray için süt Kırım bölgesinden, et; dana eti hiç kullanılmaksızın, kıvırcık Trakya koyunundan temin edilirdi.

Sarayda padişahın zehirlenmesine imkan tanımamak adına yapılan, içinde zehir varsa renk değiştirerek belli eden ‘seledon porselen’ler, bugün Dünya’daki en büyük porselen koleksiyonu ile Topkapı Sarayı Müzesi’nde sergilenmektedir.
19. yy.’da Batılılaşma etkisi ile sofranın kurulduğu süslü örtüler ve gümüş siniler yerini masa, bıçak ve çatala bırakmış, Ramazan’a özel teravih namazları ise yaptırılan büyük sarayların salonlarında kılınmaya devam etmiştir.

Türk Kültürü’nün Orta Asya’dan getirdiği göçebe yaşam tarzı yemek anlayışının üzerine, Anadolu gibi çok kültürlü bir bölgenin yemek alışkanlığını koyun; Osmanlı İmparatorluğu gibi geniş bir coğrafyaya yayılan; Avrupa, Balkan, Ortadoğu, Afrika ve Arap kültürlerinden edindikleri çeşitliliği de ekleyin; bu sofranın zenginliği ulaştığı kültürlerle doğru orantılı olarak büyümüştür.

Sofraya pilav gelememişse henüz, yemeğin bitmediği bilinir; yanında da hoşaf ya da komposto özellikle yaz ayları için ayrı ayrı buzlu tabaklar içinde servis edilirdi.

Bugün çok sevdiğimiz, Ramazan’ın simgesi pide; Rumca’daki ‘pita’ kelimesinden türemiştir. 17. yy’ hamurkarlar tarafından işe başlamadan nimete duyulan saygı ve temizlik açısından gusül abdesti alınarak üretime başlanırdı. Mayalı hamurdan susam ve yumurta katılarak üretilen pide, Osmanlı Dönemi için, 1.000-2.000 gr arasında üretilmekteydi.

İftar sonrası; kahve, tütün ikramı ve teravih namazı hazırlıkları ile devam ederdi. Teravih namazı, içinde her dört rekatın bitimiyle okunan ve genellikle Yunus Emre’den seçme şiirlerle ‘Ramazan ilahileri’nin bulunduğu; ‘Enderun Teravihi’ ve ‘Cumhur Müezzinliği’ ile gerçekleşir . Her dört rekat ayrı bir makamda okunan ilahilerle, namaza geç kalan kişiler makamı duyunca ne kadar geciktiğini tespit edebilirdi. 1712’de Mustafa Itri Efendi ile başlayan musikili teravih, bugün İstanbul ve Bursa gibi büyük şehirlerimizde bu tarz sürdürülmeye çalışılmaktadır.

Sahurlara sabah yemek yetiştirmek zor olduğundan pilav akşamdan yapılırdı. Sahur vakti ise akşam yapılan pilav su katılarak ısıtılıp yenirdi. Sahurda yapılan bu pilava ‘Temcid Pilavı’ denilmektedir. ‘Konuyu Temcid Pilavı gibi ısıtıp önüne koymak’ deyimi de buradan gelmektedir. Temcid ise, üç aylardan başlayıp son teravih namazına değin süren, sabah namazından önce minarelerden okunan müzikli ya da makamsız dualardır. İlk temcidin Bilal Habeş-i tarafından okunduğu rivayet edilmektedir . Padişahların teravih namazlarını saraydaki Hırka-i Saadet Dairesi’nde kıldıkları bilinmektedir.

Bütün bu yazdığımız Ramazan değerleri, Osmanlı İmparatorluğu yaşamı içinden çıkarak günümüze kadar ulaşan bir terimi içermektedir: Temaşa-i Ramazan. Temaşa etmek olarak tamladığımız Farsça kökenli sözcük izlemek anlamındadır. Bize dünden, hepimizin sıkça yakınarak bahsettiğimiz kaybolan değerlerimizi hatırlatmaktadır aslında.

Yüzyıllar içinde değişerek, kaybolarak, eklenerek ya da katlanarak bizlere miras kalan Ramazan değerlerimizi bizler de sonraki nesillerimize doğru bir şekilde aktarmayı bilmeliyiz.

Sevgiyle,
Fikret ALKAN
Arkeolog

——————–
1.Elmalılı Hamdi Yazır; ‘Hak Dini Kur’an Dili’, c.I, s.531 Zaman Gazetesi, Azim Dağıtım, İst. Tarihsiz.
2.Aktaş, H.; Osmanlı’da Mübarek Gün Ve Gecelerde Dinî Mûsiki, Marmara Üniversitesi, İslam Tarihi ve Sanatları Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi İstanbul, 2006, s. 16-17.
3.‘Yıldırım Bayezid’in Külliye Vakfiyesi’, ‘Bursa Vakfiyeleri-1’, Kollektif, Bursa Büyükşehir Belediyesi Yayınları, Bursa, 2013 s. 213.
4.Aktaş, H.; Osmanlı’da Mübarek Gün Ve Gecelerde Dinî Mûsiki, Marmara Üniversitesi, İslam Tarihi ve Sanatları Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi İstanbul, 2006, s. 29-31.
5.Adı geçen eser s. 19.
6.Ortaylı,İ.; ‘Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek’ Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, s. 78
7.Haydaroğlu, İ.; ‘Osmanlı Saray Mutfağından Notlar’, 2003/34-22, s.3-6.Ankara Üniversitesi Veritabanı, dergiler.ankara.edu.tr (Erişim Tarihi 17.07.2013)
8.Samancı, Ö.; ‘İmparatorluğun Son Döneminde İstanbul Mutfak Kültürü’, Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi, 9 Nisan 2008, s.4
9.Güler, S.; ‘Türk Mutfak Kültüründe Yeme İçme Alışkanlıkları’ Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 26, Nisan 2010, s.29
10.Yaşin, M.; ‘Ekmek Arası Pide’ Hürriyet Gazetesi, Hürriyet Pazar, 14.07.2013, s.13
11.www.enderunteravihi.com Erişim Tarihi 14.07.2013
12.Aktaş, H.; Osmanlı’da Mübarek Gün Ve Gecelerde Dinî Mûsiki, Marmara Üniversitesi, İslam Tarihi ve Sanatları Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi İstanbul, 2006, s. 77.
13. http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.51e9c7fdabf8a3.85135873 www.tdk.gov.tr Türk Dil Kurumu İnternet Sözlüğü, ‘Temaşa’ kelimesi

Hakkında - Fikret Alkan

Arkeolog, Tarih'in sıkılmayan öğrencisi...

Check Also

Kaybedenler Kulübü

İstanbul; tarihten bu yana hiçbir milletin güzelliğinden vazgeçemediği kent. Batılılar tarafından Şehirlerin Kraliçesi, Müslümanlar tarafından …

One comment

  1. Elinize sağlık Fikret Bey, eski geleneklerimizi ne güzel anlatmışsınız.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.